Bu yazıyı yazmamım bir sebebi var.
Yayını açıp da konuşmamı sağlayan, kelimelerimi boğazıma dizen bir sebep…
Ferizli Cezaevi’nden yazılan bir mektup.
Bir annenin kaleminden dökülen, ama kalemden çok kalpten sızmış bir mektup bu.
Her satırı yakıyor. Her cümlesi iç yakan bir taş gibi kalıyor insanın boğazında.
Bu mektubu Ömer Faruk Gergerlioğlu sosyal medyadan paylaştı.
Size birazdan o mektubun bir parçasını paylaşacağım.
Ama önce bir cümle söyleyeyim. Sadece bir cümle:
“Bir çocuk daha öldü… Zindanda bir anne daha kavruldu.”
İşte bu yayının özeti bu cümle.
“Bir çocuk daha öldü… Zindanda bir anne daha kavruldu.”
Sümeyra öldü. Henüz çocuktu.
Tıpkı Yusuf Kerim gibi… Tıpkı diğerleri gibi…
Bir hastalık geldi, dokundu bedenine. Ama onları öldüren o hastalık değildi.
Onları öldüren, bu ülkenin merhametsiz rejimiydi.
Onları öldüren, toplumun utanç verici suskunluğuydu.
Onları öldüren, adaletin cellada dönüşmesiydi.
Farkında mısınız bugün bu ülkede çocuklar annesiz büyüyor. Ya da anneleri ile birlikte demirparmaklıklar arkasındalar.
Anneler, demir parmaklıkların arkasında çocuklarına hasretle inliyor.
Birçoğu, evladının son nefesine bile yetişemiyor.
Birçoğu, hücrenin betonunda acıdan taş kesilmiş bir halde, dışarıdan gelecek ölüm haberlerini bekliyor.
Birazdan aktaracağım mektubu yazan Gülten Sayın’ın kaleminden sızan acıyı anlamak için bir an için düşünelim.
Onun gibi yüzlerce anne, cezaevlerinde sadece evlatlarına sarılabilmenin hayalini kuruyor.
Beton duvarların arasında, soğuk hücrelerde, soruyorum size bir anne için en büyük ceza ne olabilir?
Evladının hastalığını, acısını uzaktan izlemek, ona dokunamamak, son anlarında yanında olamamak…
İşte bu, insanlığın bittiği yerdir.
Ve biz… Biz, başlık başlık geçiyoruz bu acıları.
Yeni bir haber geliyor çünkü. Yeni bir tartışma. Yeni bir rezalet.
Ve biz unutmaya çok alıştık maalesef.
Ama unutulmaması gereken bir mektup var elimizde.
Ferizli Cezaevi’nden geldi. Bir annenin elinden çıktı.
Adı: Gülten Sayın. Yusuf Kerim’in annesi.
Diyor ki:
“Yakın zamanda koğuş arkadaşım Melek’in gözünün nuru kızı Sümeyra’sını uğurlamasına şahit oldum. O günden beri yaşadıklarım tekrar tekrar hatırıma geliyor. Çok ani bir kayıptı. Buradaki anneler artık özgürlük için değil, evlatlarına sağ salim kavuşmak için dua ediyor. Melek’in kızı öldü. Ve biz, burada her geçen gün aynı korkuyla uyanıyoruz. Daha kaç çocuğumuz ölmeli? Daha kaç anne evladına hasret yaşamalı? Benim Yusuf Kerim’im, Melek’in Sümeyra’sı cennete kuş oldu. Ama hâlâ yaşayan, ama annesinden ayrı onlarca çocuk var. Yetmedi mi bu acılar? Yıllar yetmedi mi? Çocuklar gülsün… gözlerinin içi ışıl ışıl gülsün… O zaman anneler mutlu olur. Günleri bayram olur.”
Gülten Sayın’ın mektubunda bahsettiği korku, cezaevindeki her annenin ortak duygusu.
Her sabah aynı endişeyle uyanıyorlar: “Bugün evladımdan kötü bir haber mi alacağım?”
Bu korku, sadece bir duygudan ibaret değil; bu, bir rejimin onlara dayattığı bir işkence.
Zindanlarda sadece bedenler değil, umutlar da tutsak.
Anneler, çocuklarının gülüşlerini hayal ederek ayakta kalıyor, ama her geçen gün o hayaller biraz daha soluyor.
Bu satırları yazan bir kadın. Ama sıradan bir kadın değil.
Oğlunu kaybetmiş bir kadın.
Cezaevinde oğlunun ölümünü beklemiş, ama son nefesinde ona sarılabilmiş bir anne.
Gülten Sayın, Yusuf Kerim’in annesi.
Yusuf Kerim, henüz 6 yaşındayken kansere yakalandı.
Ve o hastalıkla savaşırken, annesi parmaklıkların ardındaydı.
Bu devlet, bir annenin çocuğuna sarılmasını “güvenlik riski” saydı.
Aylarca mücadele edildi. Binlerce vicdanlı insan sosyal medyada ses yükseltti.
Baskı olmasaydı, o son sarılma da olmayacaktı.
Farkında mısınız? Bir annenin oğlunun mezarına elini koyabilmek için kampanya başlatılan bir ülke haline geldik.
Evet bunun için vicdanlı insanlar olarak kampanyalar yapıyoruz.
Ve şimdi o anne, başka bir annenin acısını anlatıyor. Çünkü burada yas bile ortak.
Burada acılar da paylaşılıyor.
Peki Gülten Sayın neden tutukluydu?
Suçlama tanıdık: “Örgüt üyeliği.”
Peki delil neydi? – Erdoğan’ın bizzat açılışını yaptığı Bank Asya’da hesabı vardı. – Milli Eğitim onaylı bir yurtta çalışmıştı. – Ve cep telefonuna herkesin kullanabildiği ByLock yüklemişti.
Hepsi bu. Evet hepsi bu.
Ama Saray rejimi için yeterli bir gerekçe.
Yıllarca zindanda tutmaya yetecek kadar delil bunlar.
Peki, bu anneler neden içeride? Suçları ne?
Bir banka hesabı, bir sendika üyeliği, bir telefon uygulaması…
Bunlar mı bir insanı yıllarca özgürlüğünden mahrum bırakacak suçlar?
Bakın bu suçlamalar, bir hukuk devletinde değil, ancak bir korku imparatorluğunda delil sayılır.
Türkiye bugün tam da böyle bir ülke işte.
Adaletin terazisi kırılmış, vicdanın sesi kısılmış. Yargıçlar, savcılar, karar vericiler, sarayın gölgesinde birer memur olmuş.
Ve bu gölgede, masumlar eziliyor.
Ve mektupta adı geçen diğer anne: Melek Gelir. O da içeride.
O da demir parmaklıklar arkasında. O da KHK’lı. O da öğretmenlik yapmış. O da “örgüt üyeliği” suçlamasıyla içeri alınmış.
Melek’in kızı Sümeyra, 15 yaşındaydı. Epilepsi hastasıydı.
İki kardeşine hem annelik hem de ablalık yapıyordu. Bir sabah yatağında ölü bulundu.
Küçücük yaşında bu ağır yüke, annesizliğe artık dayanamıştı.
Annesi çırpınmıştı. Hiç olmazsa evlatlarıma yakın bir ceza evine beni nakledin demişti. Ama rejimin cevabı hep hayır olmuştu.
Anne kızının soğuk ellerine son kez cenazede dokunabilmişti.
Sümeyra’nın hikayesi, yalnızca bir ailenin trajedisi değil.
Bu, bir sistemin nasıl masumları öğüttüğünün, nasıl vicdanları yok ettiğinin belgesi.
15 yaşında bir kız çocuğu, annesinin sıcaklığına muhtaçken, devlet bunu layık görmüştü.
Son açık görüşme son görüşmeleri olmuştu.
Bir saat… Sadece bir saat görüşebilmişlerdi.
Anne geldi. Kızına sarıldı. Vedalaştılar. Ve o fotoğraf… Tarihe değil, insanlığa yazıldı.
Bir annenin başını kızının göğsüne koyduğu an, bu dönemin utanç belgesi oldu.
Bir ömür boyu hasretle yanacak bir anne için bir saat ne ifade eder?
Bu saat, bir annenin kızıyla geçirdiği son anlar olacaktı.
Ve o anlar, bir rejimin utanç defterine yazıldı.
Çünkü Sümeyra’yı hastalık değil, hukuksuzluk öldürdü.
Çünkü bu rejim yalnızca insanları değil, merhameti de hapsetti.
Çünkü burada yas bile izinle yaşanıyor.
Melek Gelir’in hikayesi de Gülten’inkinden farklı değil.
O da bir anne, o da bir öğretmen, o da KHK’lı.
Ölmeden önce Sümeyra’sına sarılmak için izin beklemiş bir anne…
Düşünün, bir anne evladının son anlarında yanında olmak için devletten “izin” almak zorunda.
Bu, insanlık onurunun ayaklar altına alındığı bir sistem.
Binlerce kadın içeride. Yüzlercesi anne. Hepsi aynı suçlamalarla.
Suçları neydi? – Bir bankaya para yatırmak. – Bir sendikada çalışmak. – Öğretmen olmak. – Bir uygulamayı telefonuna indirmek. Bu kadar.
Bu ülkede artık adalet, sarayın elindeki bir sopa.
Yargı, bir silah. Hukuk, bir dekor.
Hem de bu rejimin pis bir dekoru. Ve cezaevleri toplama kampları.
Ve o toplama kampalarında rehin alınmış masumlar.
En acısı ne biliyor musunuz? Toplum sessiz.
Muhalefet suskun. Medya sağır.
Bir çocuk ölüyor… Bir anne çürüyor… Bir ülke çöküyor…
İşte üç cümleyle Türkiye’nin özeti bu.
Peki toplum olarak biz ne yapıyoruz?
Umurumuzda mı zindanlardaki o anneler?
Umurumuzda mı o annesiz ölen boynu bükük yavrular!
Ve biz? Biz seyrediyoruz. Biz sadece bakıyoruz.
Biz sadece “ne kadar acı” deyip geçiyoruz.
Oysa bir annenin kaleminden çıkan cümle, bu ülkenin kalbine şöyle saplanıyor:
“Gözlerinin içi ışıl ışıl gülmeli çocukların… O zaman anneler mutlu olur, günleri kutlu olur…”
Gülten Sayın’ın mektubundaki bu cümle, insanın yüreğine bıçak gibi saplanıyor.
Bu cümle, sadece bir annenin dileği değil; bu, bir ülkenin kurtuluş reçetesi.
Çocukların gülmediği bir ülke nasıl ayakta kalabilir?
Annelerin zindanlarda inlediği bir toplum, nasıl huzur bulabilir?
Bu sorular, hepimizin kendine sorması gereken sorular.
Ama ne yazık ki, çoğumuz bu soruları sormaktan bile kaçınıyoruz.
Ve toplum hâlâ sessiz. Hâlâ suskun. Hâlâ görmezden geliyor.
Ve belki de asıl suç burada başlıyor. Evet asıl suç burada başlıyor işte.
Çünkü suskunluk, zulmün ortağıdır.
Çünkü gözlerini kapamak ve unutmak, en zalim cinayettir.
Ve biz toplum olarak bu cinayetleri sadece izliyoruz.
Ve onun için işte: Bir çocuk ölüyor… Bir anne çürüyor… Ve bir ülke çöküyor…
Bu mektup sadece bir kâğıt parçası değil. Bu mektup, bir annenin feryadı, bir ülkenin utancı, bir toplumun aynası.
Gülten Sayın, Melek Gelir ve diğer anneler, bize bir şey söylüyor:
“Unutmayın. Susmayın. Bu zulme ortak olmayın.” diyorlar
Ama biz, ne kadar dinliyoruz? Ne kadar hissediyoruz? Ne kadar sorumluluk alıyoruz?
Bir çocuk daha ölmesin. Bir anne daha evladına hasret kavrulmasın.
Bu ülke çökmesin.
O annelerin ahı bütün bir ülkeyi, bizleri, hepimizi kavuracak.
Bunun için, hepimizin bir adım atması gerek.
Belki bir mektup yazmak, belki bir kampanya başlatmak, belki sadece bu hikayeleri, bu yayınları paylaşmak…
Ama mutlaka bir şeyler yapmak zorundayız.
Çünkü susmak, bu rejimin en büyük müttefiki olmak demek.
Çünkü unutmak, bu zulmün en büyük destekçisi.
Gülten Sayın’ın mektubu, bir annenin kaleminden çıkan bir çığlık.
Bu çığlığı duymazsak, bu acıyı paylaşmazsak, bu zulme dur demezsek, hepimiz bu zulmün parçası olacağız.
Ve o zaman, ne çocuklar gülebilecek, ne anneler bayram edecek, ne de bu ülke ayakta kalabilecek.
Son bir kez hatırlayalım:
Bir çocuk ölüyor… Bir anne yanıyor… Ve bir ülke çöküyor…
Bu, sadece bir mektubun özeti değil; bu, bir milletin vicdan sınavı.
Ve bu sınavda, toplum olarak ya hepimiz geçeceğiz, ya da hepimiz tarihin utanç sayfalarında yer alacağız.
VİDEO HALİ https://youtu.be/grIAWRrMWlI